"Şampiyonlar Lig'ine giderlerse 213 yerler" diye yarınsız, gerizakalıca yorumlar yapanları görerek; "Lig bok gibi. Bu ligde şampiyon olmak kolay" diyenlerin rakipleri hangi ligde oynuyor diye merak ederek; Lig mantığını anlayamamış, yıllarca derbi yazarlığı yapan, beyni kıvrımsızların, "ilk 6" geyiklerini dinleyerek hem kupayı hem de şampiyonluğu aldıysak eğer bu olay kutlamaya değer bir olaydır.
Biz de kutladık gönlümüzce. Hayalini kurduğumuza kavuşup, şampiyonluğu Beşiktaş'ın kalbinde, çarşıda kutladık. Meşale yaktık, bayrak salladık. Dün hiç yaşanmamış, yarın yokmuş gibi bağırdık. Beşiktaş'ın anarşist tavrını televizyondan izlemedik, gözlerimizle gördük, dahil olduk.
Aslında yukardaki resimlerin ne kadar da ortak noktası olacaktı eğer King Lebron son saniyede gerçekten de King olduğunu göstermeseydi.
Nba Konferans finalleri gerçekten de müthiş karşılaşmalara, nefes kesen son saniyelere sahne oluyor. Batıda Denver, oldukça yorulmuş ve bir bakıma özgüvenini yitirme noktasına gelen Lakers karşısında tüm varlığı ile mücadele ediyor. Doğuda ise milli gururumuz Hido hayatında ilk kez playofflarda yapması gerekenleri doğru yaparak, övünebileceğimiz bir performans ortaya koyuyor.
Batı konferansı ile başlayalım yazımıza. İlk iki maç gösterdi ki, maça iyi başlamak o maçı kazanmak için yeterli değil. İlk maça fırtına gibi başlayan Denver maç sonunu oynama başarısını gösterememiş, Kobe'nin de müthiş oyunu sonucunda ilk maçı genel olarak kötü oynayan Lakers'a bırakmışlardı. İkinci maç ise neredeyse ilk maçın tersi şekilde oynandı. Lakers pota altında yaratması beklenen üstünlüğünü, neredeyse ilk çeyrekteki tüm sayılarını hücum ribaundları ile bularak, ortaya koydu. Ancak bu kez de maça kötü başlayan Billups-Carmelo ikilisi sahneye çıktı ve Batıda seriyi 1-1'e getirdi. Bu serinin diğer dikkat çeken oyuncuları ise Lakers'dan Ariza ve Denver'dan Kenyon Martin oldu. Ariza, Kobe'nin dahi durduğu anlarda sahneye çıkarak önemli bir oyuncu olduğunu tekrar gösteriyor. Ayrıca ilk maçı kazandıran top çalmayı yapması da yine Ariza'nın önemini ispatlayan bir başka durum. Kenyon Martin ise sezon içinde pek de önemli bir skor opsiyonu değilken, bulduğu sayılar ile Lakers'a karşı sorunlu Denver pota altının belki de ortaya fazla çıkmamasını sağlayan en önemli oyuncu konumunda.
Doğu konferansına geçtiğimizde ise aslında durum Batı'dan çok da farklı değil. 8-0 lık iki seri ile finale gelen Cavs ölümsüz olduklarına inanma noktasında çıktı ilk maça. Fırtına gibi bir giriş yapan Cavs farkı 16 sayıya çıkarmayı başarsa da, Hido ve Superman önderliğinde kendine gelen ve şut ritmini bulan Orlando müthiş bir atak ile maçı kazanmayı bildi. İlk maçta ortaya çıkan önemli bir nokta, Orlando'nun bir bakıma Cavs'ı yani Lebron'u durdurma yolunu biliyor olduklarını göstermeleri idi. Tek başına sayı atmaya başlayan Lebron tam da Orlando'nun istediği bir oyun oluşmasını sağladı. Bu arada Boston'un Howard'ı savunmada ki başarısının da geç gelen bir takdir alması gerekliliği ortaya kondu bu maçta. Bu sabah oynanan ikinci maç da ilk maçın birebir kopyası olarak başladı ve küçük bir mucize haricinde aynı şekilde de bitti. Hido'nun müthiş son saniye basketine, Lebron son saniyenin daha bitmediğini hatırlatarak mucizevi bir üçlük ile maçı Cavs'a getirdi. Ancak seri Orlando'ya 2-0 Orlando üstünlüğü ile gidiyor gibi bir görüntü de var ortada açıkçası.
Şunu da söylemeden geçmem imkansız. Turkcell süper lig hakemlerinin üstüne aşırı gidildiği Cavs'in sahasında oynanan şu iki maç ile ortaya çıkmış oldu. Hido ve Howard'ın her iki maçta da haksız faullerle kenara yollanmalarının dışında; Lebron'a hiçbir şekilde faul çalınmaması, bir potanın altında hücum faul çalınan pozisyonun diğer pota altında savunma faulü olarak görülmesi ve bunların hep Cavs lehine gerçekleşmesi, ikinci maçta alenen Mo Williams'a çalınması gereken teknik faulün çalınamaması...... gibi birçok acınası hakem hatası kafalarda soru işaretleri oluşturmakta. Orlando bu anlamda evine 1 galibiyet alıp dönerek ev sahibi avantajını kazanmış sayılabilir. Son sözlerimi de Varejao karaktersizine ve her zaman sevmesem de saygı duyduğum Ben Wallace ile ilgili olarak söylemek isterim. Ya Varejao ne karaktersiz, ne adi, ne haysiyetsiz şerefsiz, çüğ süt emmiş insansın. Ve sen Ben Wallace yakıştı mı sana Varejao çakması yumuşaklıklar yapmak. Ayıp, cidden çok ayıp.
Lafın özü; Favoriler Lakers ve Cavs'in finali pek çok kişinin beklentisi. Ancak özellikle Orlando bu beklentiyi boşa çıkarabilir gibi görünüyor. Kanaatimce eğer Denver - Magic finali seyredilirse ve bu oyununu sürdürebilirse Playoff MVP'si olarak da Hido gösterilirse kimse şaşırmamalı.
Ona derler Screamin' Jay Hawkins! Beklenen sıfatlar daha başkadır aslında. Ne bileyim, bir Alexander The Great geliyor aklıma hemen. "Şahane", "Muhteşem", vb. Jay bağırıyor, sadece bunu bilin diyorlar bize. Stranger Than Paradise'ı açan şarkıyı söylüyor Jay, o ünlü şarkıyı: "I put a spell on you".Öyle bir film ki bu; her bir karesine, oyuncusuna, şarkısına, şarkıcısına ismini bir krem gibi sürüyor. Nemleniyor her şey, çatlaklar doluyor. Cennetten de garip Jay'in vokali. Halbuki ne çok söylendi bu şarkı; Natacha Atlas, Marilyn Manson, Nina Simone ve daha niceleri. Bana büyü yapabilen bir tek o! Sinirli, burnundan soluyor, kalın telden pat küt nameler yapıyor, kabalaşıyor, sevdiğine söz hakkı tanımıyor... Kimse korkak bilmesin onu! Bağırışı ondan değil!Abartısına el pençe divan! Çoşkusuna, öfkesine, sakin olamayışına, tutkal gibi tutkusuna... Sam çalmasın bir daha; sıkıldım o ince, sessiz, kelimesiz, "derin" aşk filmlerinden, imalı bakışlardan. Bana Jay gibisi lazım. Yerden göğe kadar!
Tam da "Ulan bir iddiaa attık ortaya, Nba yazıcaz dedik ama çeşitli sebeplerden maçları izleyemedik, Hido da ortalıkta yok, nasıl yazıcaz, nasıl bağlayacağız bu yazıyı?" derken Hidayet yine kurtarıcı rolünü üstlendi. Hem benim, hem de Orlando için.
Hırçın lider Kevin Garnett'in yokluğunda Chicago'ya elenmelerini beklediğim Celtics, Orlando'nun amatörce yaptığı hatalar sonucunda seriyi 7. maça taşımayı başardı. Serinin bu kadar uzamasında Orlando'nun amatörlüğü kadar Hidayet'in üstüne düşen görevleri tam olarak yerine getirememesi, takımın diğer oyuncularının Hidayet'in sıkıştığı anlarda devreye girememeleri de etkin rol oynadı. Tabi bebek yüzlü dev Glen Davis ve kurulu kol gibi şut atan Eddie House' un beklenenin ötesindeki performansları da seriyi Boston adına uzatmalarını sağlayan etkenlerdendi.
O veya bu sebepten 7. maça uzayan seride neredeyse herkes (ki Hido' ya aşırı güvenen bir insan olarak belki ben bile) Boston'un o insanlık dışı savunması ve tecrübesi ile turu geçen takım olacağını düşünüyordu. Ancak 4. çeyreklerin adamı Hido bu kez serinin final maçının oyuncusu olmayı kafaya koymuş gibi görünüyordu.
Maça hızlı başlayan ve takımını sürükleyen Hidayet'in daha 2. çeyreğin başında 3. faulünü alması ve Superman'in de onu takip etmesi Orlando tarafında endişeli bir bekleyiş yaratsa da, takım olarak tur yemini eden Orlando ilk yarıyı başarılı sayılabilecek bir performans ile kapatmayı başardı.
Maçın ikinci yarısı ise tam bir Türk şovuna dönüştü. Hidayet her pozisyonda sorumluluğu aldı ve neredeyse tüm tercihlerini doğru kullandı. Gerek kullandığı şutlar gerekse arkadaşlarına yaptığı asistler bu takımın beyninin Hido olduğunu ve onun da bunu hakkettiğini dosta düşmana gösterdi. Maçı 25 sayı-12 asist ve 5 ribaund ile tamamlayan Hido takımının uzun yıllar sonrasında tekrar playoff finallerine kalmasını sağlamış oldu.
Bu kadar övgü dolu sözlerden sonra Abdi İpekçi'de verdiğim desteğin ve bağırışlarımın farkına varıp beni gösteren milli takım kaptanı Hido'ya buradan teessüflerimi de belirtmeden geçemicem. Sen ki Nba yorumcularının ligdeki "çok yönlü" oyunculardan biri olarak gösterdiği (tam olarak "versatile" olarak geçmektedir orjinal yazıda), yeteneğini herkesin kabul ettiği bir oyuncusun. Oynadığın bu son maçta da bunu gösterebiliyorsun, e be Hido şu performansının birazını her maçta göster de susturalım dostu-düşmanı. Seni savunmak için zaman zaman düştüğüm salak pozisyonlara sokma beni. Koy bir standart, öyle oyna. (Şimdiden söyleyeyim; "E zaten büyük oyuncu olsaydı dediğin gibi her maç böyle oynardı." demeyin. Şartları düşünün, beni savunma pozisyonuna sokmayın, bırakın bir süre keyif çatalım.)
Şimdi önümüzde çok güzel iki seri bulunmakta. Yazının aşırı uzaması sebebi ile bu iki seri hakkında ki düşüncelerimi de en yakın zamanda bir başka postta paylaşmak isterim. Tabi siz isteseniz de istemeseniz de paylaşıcam ama eğer isterseniz çok daha güzel olur, değil mi?
Buyrun gençler özlem duyduğunuz, hatırlayıp anılarınızı anlatmak istediğiniz efsane oyun: “river raid” Abi ben var ya okuldan dönünce açardım “kara kutuyu” çılgınlar gibi bu oyunu oynardım cümleleriyle başlayan hikayeleri duyar gibiyim… kaç köprü geçiodunuz lann :D Bu gün ne yaptıysam olmadı bi türlü maç kıstıramadım tv de… nie bu kanal 24, ntv spor fln maç vermio yaa… kanal a da bi fransa ligi de mi yok?? Bi st etiennemi( sahiplendiğim bi kulüptür kendisi bilenler bilir efsaneyi) izlesem duygulansam dedim… Ilanımı bi görsem dedim yok aq (st etienne ve ilan konusuna bi ara ayrı bi postta değinicez, trapanonun bunu beklediğine eminim :D) Herneyse biraz nette sürüklendim, alkışlarlayaşıyorumda hadi yine iisin tayfunun klibinden (aman abi izlemeyin klibi, taklit fln etmeye çalışırsınız boyun ağrısı yapar) anlamadığım bi şekilde river raid’e ulaştım (bi daha denesem ulaşamam herhalde)… oyunun demosunu koymuşlar siteye (e ben onu hep oynuorum yeni mi buldun ahaaahaa diyenlere boynum kıldan ince), her ne kadar aynı lezzeti vermese de ağızda bi tat bıraktığı kesin, denemeye değer diorum...buyrun burdan yiyin: http://alkislarlayasiyorum.com/icerik/8/river-raid
Çeşitli sebeplerden ötürü bu yazıyı, yazmam gereken zamanda yazamadım. Bunun en belirtebileceğim sebebi de internet cafeye gitmek istemememdir. Aslında zaten bu yazının geç yazılmasının sebebi kimseyi ilgilendirmemeli ve bu yazı madem zamanı geçti yazılmamalı. Ama yazıcam, işte özgürlük....
Lise yıllarında ergenliğini doya doya yaşayan genç oğlanlar, beden dersinde soyunan diğer ergen arkadaşlarını görene kadar en büyük pipiyi kendisinde sanar. Sonra bakarki beyaz slip donda, kendisininkine göre daha dik duran şeyler var. İlk şoku böyle alır genç ergen. İkinci darbe ise izlemeye başladığı porno filmlerdeki insan olmayan hormonculardan gelir. Gerçekliğine inanmak istemez gördüklerinin.
İşte ben de küçükken maç izlerken futbolun Türkiye'de izlenen şey olduğunu düşünürdüm. Daha sonra gavur ligleri yayınlanmaya başladı bölük pörçük. Onların oynadığı şey daha farklıydı. Ama o sırada benim dikkatimi artık maç yayınına reklam girmemesi ve gazetecilerin maçın her durduğu anda sahaya dalmaması çekmeye başlamıştı. Sonuç olarak ilk darbeyi almıştım.
İkinci ve daha büyük darbe ise; şampiyonlar ligini ve diğer tüm ecnebi ligleri düzenli olarak takip etmem ile geldi. O adamların oynadığı futbola benzemiyordu. Hızlıydı, paslar isabetliydi vs....
Bunlar apayrı bir yazı konusu. Ancak şu an benim için sadece bir araç. Asıl gelmek istediğim konu; çarşamba gecesi oynanan Fortis Türkiye Kupası Finali. Beşiktaş'ın bu sezon Ertuğrul ile elde ettiği bok gibi sonuçlar sonrası kendi hayatımı riske atmamak için, bu sezon boyunca maçları izlememe kararı almıştım. Diğer herhangi bir takım da sikimde olmadığı için Turkcell Futbol Ligi'ne dair hiçbir şey görmüyordum. Futbol bana La Liga, Seria A ile hitap ediyordu. Ne zaman sonra izlediğim bu Fortis Finali, aman Allah'ım, Fener'e boru gibi koymamıza rağmen ben uzun zamandır bu kadar kötü futbol izlemedim. Sebebinin halen daha İzmir'deki o bok gibi zemin ve sıcaklık olduğuna inanmak istiyorum. Bu ne temposuz, ne amaçsız bir maçtır. Saman alevi gibi parlayan ataklar, beceriksiz defans oyuncuları vs..... Sanki 22 tane Become A Legend oyuncusu ve 1 adet Become A Legend hakemi bir araya gelmiş ilk maçlarında beğenilmeye çalışıyorlar. Kalitesizlik akıyor.
Yazımın teknoloji ile ilgili asıl kısmı ise; son zamanlarda izlediğim en kötü futbolu, son yıllarda baktığım en küçük ekranlı televizyonda izlemem idi. Renkleri ne kadar da kırmızıya çalan bir televizyondu anlatamam. O mahsun okçu Guiza, o genç forvet Semih, hele hele de Küfürbaz Emre'nin o al yanakları nasıl da tatlı görünüyordu....
Ama sonuçta nasıl da çaktık Fener'e.
İşte bir zor bağlanan yazı daha. Sırada Nba playoffları ile ilgili genel bir yazı var. Bakalım onu nasıl bağlayacağım?
Saat:14.45 Gün:Cumartesi Bilgisayarın ekranını duvara doğru çevirdim ve kapıdan gelip geçenlerin görmemesini diliyorum. Toplantı yapmayı bekliyoruz ailecek. 45 dakika önce çıkmamız gerekiyordu. sorun 45 dakika olması değil, bu dakikaların büyüyüp serpilip saatlere dönüşmesi an meselesi.. Patron başkalarıyla toplantıda ve çalışanlarının tüm hayatları kendisine addedilmişcesine rahat. Günlerden cumartesi, hava 29 derece ve ben bilgisayar başında ömrümü tamamlama yolunda. Tamam, kabul, oda klimalı, tamam internetim de var ama... Ama bu baskı insanı öldürüyor. Ve şimdi tam yeri; bülbülüm altın kafeste. Oysa ben Mecidiyeköy'ün berbat engelli parkurlarında güneşin altında Beşiktaş'a kadar koşmak koşmak koşmak istiyorum. Allahım içimdeki bu insani duyguları al, al da kurtulayım, gezmek, yorulmak, sıcakta fiskiyelerin altından geçmek de neymiş, yeşil neymiş, erik neymiş... al allahım! ve beni bir makineye çevir! allahım kör et beni, aksın göz nurum aksın, bundan böyle kör baksın!
Bu akşam şahit olduğum ilk flemenko dans gösterisini, en çok eğlendiğim anlardan biri haline getirmeyi başarmış insanın adı Maria Pagés. Tüm güzel ve yetenekli bayanların bulunduğu yerin yoğunluğunu arttırarak evreni her birimizin büktüğünden biraz daha fazla bükme özelliğine oda sahip pek tabi.
Flemenkonun terimlere boğulmuş bir yapısının olduğundan haberdarım, yalnız herhangi birine hakim olamadığımdan dans ve müzik devam ederken bir abinin; bazen bir bayanın da eşliğiyle, sürekli ale, aleya, hobara… gibi sesler çıkararak (bilmiyorum onlar için anlam ifade ediyor mu) ortama bir Spanish Harlem havası katmaları zaman zaman gülmeme neden olsa da “şimdi kesin hobara diyecek”, “ale de ale de tam zamanı” gibi zorla götürülmüş 8 yaşındaki çocuk oyunları oynattı bana.
Sahne denilen şeye yalnızca konser amacıyla yaklaştığımdan, üstünde konser dışında farklı amaçlarla dolaşan insanların neler yaptığına pek hakim değilimdir ama bu insan evladının orada eğlendiği gerçekten çok açıktı. Bileti biraz geç almamdan ötürü arka sıralarda olsak da gözümü kıstığımda bir şahin kadar keskin görüşe sahip olmam nedeniyle dans eden bu bayanın zaman zaman güldüğünü ve genelde yüzüne hakim mutluluğu görebiliyordum. Hatta dansının hareketlendiği bazı bölümlerde kendini kaybedip zıpladığı da oluyordu.
İlk deneyimimde bana bu kadar iyi vakit geçirtmiş birini bütün salon otursa da ben ayakta alkışlarım. Öyle de yaptım. Kalktım ayağa alkışlamaya başladım harbiden de bütün salon oturuyordu. Nerdeyse herkesin arkasında olduğumdan benden etkilenmeleri olanaksız topluluk yavaş yavaş ayaklanmaya başladı sonra. Tam o sırada biletini benden daha geç alan az sayıdaki insanların bulunduğu yerden sol omzuma 2 hafif pıt pıt yedim, döndüm arkamı baktım 60 yaşında (ama dinç) bir teyze ve şu diyalogu yaşadık; (T: Teyze, K: Kankası B: Ben, D: Diğerleri ama zaten hiç konuşmadılar) T: Niye ayaktasın ? Arkada görmemizi engellediğinin farkında mısın ? B: Ayağa kalkmayı deneseniz ? T: Ama saygısızlık yapıyorsun B: Yo hayır sahneye saygı duyduğumdan ayaktayım zaten, sizde deneyin bence.
Teyze gider ve 10sn sonra kankası çantasını toplamış ve terk etme esnasında yanımda duraksayarak; K: Sen sahneye saygılısın ama bize saygısızlık ettiğinin farkında değilsin B: Sahneye olan saygım size olandan daha büyük o yüzden olsa gerek… Diyerek, aylık büyüklerime saygısızlık kotamı doldurmuş oldum.
Ama tabi yurdum insanı mantıktan; en azından bendeki çeşidinden, bir hayli uzak olduğundan çıkışta da benzer diyaloglar yaşandı, hatta bu seferkinde 5 kişi aynı anda konuştuğundan ki 3’ü bayan olduğundan çift görebilecek sarhoşluktaki birinin görselini duyusal bir şekilde destekleyebilecek kadar ses üretebiliyorduk. Bu sefer çıkışta bizi “dolmuş taksi” vaadiyle kandırıp arabada hazır beklemekte olan 2 bayanın yanına oturtup direksiyona geçen bir taksi şoförü teyze rolünü üstleniyordu. “Ne kadar ?” soruma iki kişi geldiğimizi göz önünde bulundurmuş bir şekilde 12,5 cevabı aldığımda “neyse biraz fark olacak tabi az kişi taşıyor sonuçta” diye düşündükten sonra bokunu çıkarmaması ve 50 kuruş para üstümü vermesi için “13 verdim” uyarısıyla parayı uzattığımda İnönü stadı civarındaydık ve şoförümüzden o vurucu açıklama geldi “12,5 tek kişi” ve akabinde Fenerbahçe’nin evinde gol kaçırdığında çıkan o “ayyy…” sesiyle benzer bir tonda bayanlarla beraber aynı anda çüş çektik, frene basıldı, tartışma başladı ama hanımlar o kadar baskın bir şekilde bastırıyorlardı ki şoförün yanında oturmama rağmen ki ceket falan giymişim adama bir kaç laf edebilmem için omzuna dokunup kendime çevirmem gerekti. Kısacası bu insan dolmuş taksinin taksimetreyi paylaşmak olduğunu iddia ediyordu ve bende kendisine taksimetredeki fiyatı paylaşmanın bizim özgür irademiz olduğundan bahsederek kendisinin aslında taksi ama şu an dolmuş olduğundan dolmuş fiyatıyla çalışması gerektiğine dikkatini çektikten sonra bizi olduğumuz yerde o anda taksimetre ne yazdıysa onu ödeyerek indirmeye ikna etmeye çalıştıysam da kendisi amaçsızca bizi geri götürdükten sonra “bana bi 5 milyon at zarar ettim” açıklamasına “saçmalıyorsun” cevabını aldıktan sonra teyzemle Harbiye’ye kadar yürüdük, teyzemle “ya adam….diyor ya” kalıbındaki noktalı bölümleri sırayla doldurarak durumun kritiğini yaptıktan sonra 202’ye bindik, yolda kaza vardı ve bu sayede bir ikarusun arkasında -2’nin sıçar yüz ifadeli solo reklamını ilk kez gördüm, teyzeme gösterdim, hemen durumu çakmış olacak ki niye öyle malak gibi bakmış demedi. Sonra teyzemin evine kadar birlikte yürüdük, “aaa unuttum vermeyi sen seversin” diyip çantasından fındıklı 9 kat çıkardı. Yiyerek eve yürüdüm…
Tek kutsal değeri "yazarlar" olarak addeden bir blog olduğumuzdan, yazarlarımıza yönelik "iyi niyet cümleleri" kurma fırsatlarını kaçırmamak gerekir diye düşünüyorum.
Bu fırsatların ilkini, bana verilen yetkiye dayanarak, tüm herkesyazıyor moderasyonu ve yazarları adına çok sevgili besboce'ye ithafen kullanmak istiyorum:
Eğer sevgili besboce oyunbozan ve anarşist bir insan olsaydı;
"Bana ne İsa'nın takviminden; herkesin takvimi kendine.." deseydi.
Bugün duvarına hiç bir sayfası koparılmamış, yepyeni bir takvim asması gerekecekti. Nice yeni, varsayımsal takvimler diliyorum kendisine.
Dün trapanonun futbolla alakalı küçük bi yazısı bugün beni damardan tetikledi…bu yazıyı şuan çok uzaklarda bulunan, dün bayrampaşada halkın yoğun ilgisine maruz kalan ve esnafın camlardan sarkarak anlaşılmaz küfürler etmesine sebep olan sahte japona ithafen yazıyorum…
Evet bugün türkiye kupası final maçı var herkesin gözü de bu maç üzerinde… fakat ispanyada da ülke içinde kendi bölgeleri için milli takımlar olarak görülen iki efsanenin maçı var; athletic bilbao-fc barcelona(yalandan efsane aq her milletten adam var takımda)… iki ekipte 24 kez Copa Del Rey’ e uzanma başarısı göstermiş, peki bu kez kim kazanacak( tabiki basklar aq şüphen mi var)..1928 yılından beri La ligadan düşmeyen 3 takımdan biri olan bilbaonun en büyük özelliği, takımın yalnızca bask bölgesi oyuncularından oluşması (bu da onları yürekten desteklememizin yegane sebebi)…tarih boyunca bu asaletini yalnızca bir kez Bixente Lizarazu(şu bildiğimiz bayernin fransız sol beki) ile bozan bilbao, barcelona karşısındaki en farklı galibiyetini 1930-1931 sezonunda 12-1 ile ezerek almış. Bu maçta Bata attığı 7 golle katalanların kocası olmuştur :D bu akşam da sahte japonun tabiriyle ispanyanın batuhanı olan Fernando Llorentenin aynı görevi üslenmesini dört gözle bekliyorum(allah aşkına topu en az 2,15 m kaldırabilen bilen oyuncuları oynat hoca, batuhan işi bitirir)…barcelona ise bilbao karşısında ligdeki en farklı galibiyetini 90-91 de stoitchkov un 4 gol attığı maçı 6-0 kazanarak elde etmiş…
İki ekip en son 1984 yılında bu kupada final oynamış ve maradonanın kralın önünde şirkefleştiği maçı bilbao 1-0 kazanmış. E şimdi de maradonamsı messi fln var yine bu katalanlar pek bi havalı, bu akşam şööle tertemiz bi koysak çok kral olmaz mı sayın sahte japon???? Son idmanı 20bin kişi izlemiş aga, sen kur şu kadroyu yesteyi, gabilondoyu, etxeberria yı al kadroya, yeni yetme bebelere bırakma, çöz şu işi…
İlk yazımda daha fazla saçmalayarak yöntemin tepkisini çekmek istemiorum.. adamlar çok sert, “davet attık niye kabul etmiosun laann aq” die tepkilerle üzerime geldiler ve titreye titreye bloga katıldım…”aga ben yazamam ne yazıcam aq” dedim, yazıcaksın herkes yazıyor dediler ve ilk yazımı böylelikle sizlerle paylaşıorum arkadaşlar...gelin lan üzerime ezin, yanlışlar bulun aq..(dostum sen yapma bunları kalbim kalbim kırılır :D)
Zaten yazacaktım lakin trapano'nun "göndermeli" yazısından sonra gelmesi daha iyi oldu. İnsanları mail yoluyla taciz etmeyi bir süre önce bırakmıştım. Bundan sonra buradan duyuracağım konserleri.
16 Mayıs 2009 Cumartesi gecesi iki güzel canlı performans gerçekleşmekte; ilki duyurmaktan, "insanları sıkmaktan" sıkılmadığım yegane topluluk Replikas'ın Peyote konseridir. Bilmeyenler için konserin "Peyote" standartı olarak 23:30 - 00:00 gibi başladığını belirteyim. Biletler 15 Lira.
Diğer konser ise benim en sevdiğim konser mekanlarından biri olan Galatasaray Üniversitesi'nde Bahar Şenlikleri kapsamında gerçekleşmekte. Baba Zula ve Shantel var bahsi geçen gecede. Benim için Baba Zula esastır lakin Shantel çekilmez biri değildir. Sevene "Neden?" denmez. Biletler yine 15 Lira. Ne zaman başlar yazmamışlar hiçbir yere.
Hazır suda balık'ın muhteşem(!) konser davetleri yokken, ertesi günkü vizemiz makul bir saatte iken şu final maçını nevizade'de birlikte mi izlesek? bira patates? yalnız cuveyni olmazsa olmaz... cuveyni, çölde gezen, suda balık, -2, zaphod, anonimus(sanırım o da beşiktaşlı). hem 6 beşiktaşlıya 1 delikanlı; sanırım başabaş noktası bu...bide maçı alırsam para ödemem, "sus"u da çakarım
"Hey Girl, 12 -19 yaşlarında, hayatı yeni keşfetmeye başlamış genç kızlar için yaşamı sevdiren gerçek bir dosttur; çünkü zengin içeriği, renkli, kıpır kıpır sunumuyla genç kızları hem bilgilendirir, hem de eğlendirir.
Hey Girl dergisi, Türk dergi pazarının son dönemdeki en anlamlı başarı örneklerinden biridir. 1999 yılında içeriği ve görselliği yenilenen Hey Girl, artık 50 binli satışlara ulaşan kitlesel bir dergi markası haline geldi."
Annesinden daha makyajlı genç kızlar, mezuniyet balosunda çılgın atmanın 3 altın yolu, babanızın kanserden ölmesini sağlayacak üç alışveriş hilesi...
13 - 14 yaşlarındaki bir kızın gençlik dergilerindeki (gençlik dergisi...) testleri çözüp, ideal erkeğinin 1,86 boyunda bir kolejli mi yoksa, ne bileyim, Güngören Belediye'nin altyapısının 1,65'lik sol açığı mı olduğunu öğrenmesi... Sokak röportajları bölümündeki seksi üniversitelinin cevaplarını, tüm erkekliğin (onlar için 15 - 23 yaşı kapsıyor) manifestosu olarak alması... Böyle bakınca pek bir ürkütücü durdu. Lakin, durum gerçekten bu kadar trajik mi?
"Bu gençlik nereye gidiyor?" ya da "Amerkan kültürü gençlerimizi s..ti attı" demeden önce yapılması gereken; uzun vadeli bir deneysel program hazırlayıp, fizibilite raporunu gözden geçirip, başabaş noktasını gördüğünüz ilk endüstri mühendisinin ta gö.üne sokmak ve yola devam etmektir.
Neticede, bu insancıkların gerçekten bu dergileri okumaktan daha önemli işi olup olmadığını düşünmek gerekmez mi? 13 yaşındaki bir kız çocuğundan beklenen nedir ki bir dergi bu amaca ulaşma konusunda güçlük çıkarsın? Böyle bir endişeye gerçekten lüzum var mıdır? Hey Girl'ün okuyucu kitlesinin geleceği neden bana bu kadar dert olmuştur? Hepsi haziran sayısında!
İnsanlığın başlangıcından beri bu kavramlar gündemimizden hiç düşmemiştir. Yaa, tabi canım.
Yazıya bu saçmasapan ama ortaokul kompozisyonlarının klasik giriş cümlesiyle başlayıp ciddi ciddi devam etseydim ne düşünürdünüz acaba? Yazının başlığı da işte bu noktada devreye giriyor. "İnsanlığın başlangıcında beri" kalıbı ne zaman klişe oldu? Biz bunun nasıl farkına vardık? Halbuki o zamanlar sadece kendimiz kullanıyoruz sanıyorduk değil mi? Ortaokuldan bu yana zihinsel olarak level atladığımız için denebilir ama sadece büyümemiz bu tip durumlar için yeterli açıklamayı sağlamıyor bence.
Bir başka örnek vereyim. Bir gün takside gidiyorum. Damardan yayın yapan bir radyo açık dinliyoruz şoförle beraber. Yayına kızın birinden şöyle bir mesaj geliyor: "insanlara hakettiğinden fazla değer vermeyin, üzülen siz olursunuz." Ben gülüyorum bu lafa. Çok sık duyduğum için artık saçma geliyor. Ama o kız için öyle değil. Üstteki örnekteki gibi yaşı küçük diye de geçştiremeyiz. Herkes söyler bunu. 60 yaşındaki amca da söyler, 15 yaşındaki ergen de. Şunları da söylerler: "herkes maskelerin ardına gizlenmiş." , "bu dünya koca bir yalan."
Ben şimdi bu yazıyı "bu işte bir yalnızlık var" diye bitirsem ıyyy dersiniz. 10 sene önce tuna kiremitçi dediğinde aşık oluyordunuz ama. "80'ler ne acayipti yaa" dediğimde bana gülersiniz. İşte tüm bu lafların "farkına varıp" dalga geçmeye başlamamızın sebebi kendimizden çok sosyal çevremiz. Her çevre kendi arasında ortak akıl yaratıyor ve kendi klişelerini belirliyor ama bu gruptan gruba değişiyor. Radyoya mesaj atan kızla beni ayıran da bu. Sonra da bu laflardan kaçınmaya çalışıyoruz. Duygusal olgunluğumuzun göstergesi zannediyoruz. "Çok klişe konuşuyorsun ve bunun farkındayım" diyen sinir bozucu surat ifadesini görmek istemiyoruz. Bazen cümleye "biraz klişe olacak ama" diye başlamak zorunda kalabiliyoruz.
Çevrelerindeki "çok farkında" insanlar yüzünden, ki biz de başkaları için böyle olabiliriz, normalden farklı davranmaya çalışıyor insanlar. Bazıları bunu da kör göze parmak yaptığı için klişelerle dolu adamdan bir farkı kalmıyor. Daha acınası oluyorlar hatta. Misal, The Strokes'un bir klibinde(adını unuttum şimdi) grup elemanları güya değişik bir rock band havası vermek için başları önde mal gibi salınıp duruyorlar ama bu "hiçbişey s.kimizde değil tavrı" için kastıkları o kadar belli oluyor ki, sanki "lan tamam şekil yapıcam diye oduna döndünüz iyice, koyverin gitsin" desek "oh be neydi o ya" diye dağıtıp kolbastı oynamaya başlıycaklar.
Neyse inşallah bir dahaki yazımda tüm bunlardan kafamı kurtarıp "3 kuruşluk adama 5 kuruşluk değer verirsen aradaki 2 kuruşa seni satar" konulu 3 paragraflık ortaokul kompozisyonu yazmaya çalışıcam. Ben yazamasam da birileri çıkıp yazsın lazım böyle şeyler.
Aranıza miras hukuku dersi beklerken katılıyorum. Yaklaşık 3 gündür internete girmiyorum ve hafiften bunun üzerimdeki etkilerini sorgular oldum.
2 gündür Burgaza yaklaşan vapurların ne kadar da dakik bir zamanlama ile gelip gittiklerini, içinden ne kadar insanın inip ne kadarının bindiğini, çok insan indiyse veya bindiyse bunun nedenlerini yanımdakilerle tartışmaktayım. Evet evet aynen böyle. Huzur derecesi biraz fazla, televizyonun çanağının da rüzgar nedeniyle oynaması sonucu televizyonun cızırtılı göstermesi de huzura huzur katmıyor değil. Şu da var ki, her şeyin fazlası zarar...Ordan internete girmeyi denemedim değil, denedim tabi. Bir burgazada vatandaşı olan "default" adlı wireless kullanıcısının şifresini öğrenebilmek için her şeyimi verebilirdim heralde, gece bir an sokağa çıkıp "default sen kimsin?" diye bağaracaktım. Sonra zamanı monopoly oynayarak geçirmeye karar verdik ve ben hayatımda bir elin parmaklarından daha az monopoly oynadım, oyunu o kadar sevdim ki gidip yeni bir monopoly aldım, şu an çocuklar kadar şenim..
Şimdilerde sinemalarda Star Trek.. Daha önce hiç bir bölümünü yada filmini izlememiş olarak sadece bir kaç yüz bir kaç söz kalmış aklımda, nerden yer ettiğini bilmediğim. Işınla bizi Scotty, Atılgan uzay gemisi, uzun kulaklı sivrı kalkık kaşlı bir adam ve küçük bir odanın içinde sarı kırmızı giysili insanlar.. Bilmiyorum acaba küçükken kendimi de fazla bilmezken denk geldim de öyle mi girdi bunlar hafızama.Bir de bir turist ömer filmi vardı onda da çok kolpa da olsa Star Trektekilere benzer birşeyler olan. Ozamanlarda çocuktum ve çocuk aklım bunların çok ayrımını bilemese de ozamanlarda da bi tanımışlıkla izlemiştim o filmi. Gülmüştüm heralde hatırlamıyorum tam ama korkmuştum bunu hala hissedebilicek kadar hatırlıyorum. Bir cannavar vardı elleriyle insanların vücudundaki tuzu emebilen.İşte ben o filmle ilgili en çok bunu tam net olarak hatırlıyorum. Ha bir de konuşan ne sorsan cevaplayan "kompiter"le Turist Ömer diyalogları yarım yamalak.
İşte adını bile tam bilemediğim bu bir zamanlar beğenilen dizisinin filmine bu kadar bilgiyle girdim. Çıktığımda çoktan Star Trek meraklısı olmuştum. Eski filmlerin nasıl heba edildiğini bildiğim o Hollywood filmlerine karşı önyargıma, senaryonun sanki aceleye gelip "biz yazdık oldu" mantığıyla gereksiz mantık hataları içermesine, aslında eski hikayeye göre hatalarının oluşuna..Bunların hepsine rağmen evet ya ben ne olursa olsun çok sevdim bu filmi.Eski filmleri bilmiyorum ya hiç, okuduğum bir yoruma göre eski olaylara az biraz da ters düşmüş. James T. Kirk'ün genç de olsa bu kadar itici olması, mantık abidesi Spock'ın asansörlerde duygularına yenik düşüp Uhura'yla öpüşüp koklaşması, bir de köprü fazlasıyla renkli pek bir çümbüşlü pavyona benzetilmesi en eleştirilen noktalar olmuş. buna rağmen çekilen en iyi Star Trek filmi olduğu kabul edilen bir şey.Yeni Spock eski Spock karşılaşması, araya serpiştirlen birkaç güzel replik, e artık yapılmasa ayıp olcak efektler seyredilesi kılmış filmi. Bunlardan öte kendi açımdan uzay-zaman gerçeklikleri, karadelikler , warp hızı, uzay araçları fazlasıyla çekici geldi ve çıkarken ilk isteğim eve gidip eski bölümleri bulabilmek olmuştu. Hala da aramaktayım bulduğumu indirmekteyim. Yakındır ki hepsini izleyeceğim. İnsanların bu hayal gücüyle herşeyin ötesine daha ötesine giderek yarattıkları tüm bu alem hep heycan verici oldu bana hep de olucak sanırım. Görünüşe göre bizim için hayalde kalcak olsa da hepsi, hayali bile güzel be..
Tepkiliyim. Ben bu trafiğe tepkiliyim. Pazar günü saat 18.00' de nasıl bu kadar sıkışık bir trafik olabilir, inanılmaz.
Ani bir şekilde Eskişehir'e gitmem gerekince tren biletimi aldım ve saat 16.30 gibi evden çıktım. Beşiktaş' tan takaya binip Üsküdar' a geçtim. Geçmez olaydım. Taksiye bindim ve ızdırap başladı.
Üsküdar zaten hiçbir zaman sevdiğim bir yer olmamıştır. Yobaz olarak rahatça isimlendirebileceğim bir sürü pis adamın ortalıkta dolaştığı, dolmuşçularının insanları taciz etmekten çekinmediği pis bir yerdir benim için Üsküdar. Anadolu yakasında sevdiğim pek çok yere ulaşım için kullanmasam ve sevdiğim ile ilk buluşmamı orada yapmış olmasam; Fatih veya Zeytinburnu gibi haritadan sildiğim yerlerden biri olurdu Üsküdar.
Neyse bu ızdırap olarak tanımladığım şey; Üsküdar meydanda varolan yuvarlak kavşak etrafında 45 dakika mahsur kalmamdır. Gerçek anlamda bir alıkonulma söz konusu. Kımıldamak mümkün değil, taksiden inip yürüyeyim ilerde başka bir taksiye bineyim desem o da söz konusu değil. Bu sıkışıklıktan en az benim kadar sıkılan taksici polisi aradı. Mevkimizi belirtip bir ekip istedi. İnsanların bu sıkışıklıkta dellenip, birbirini hırpalaması an meselesi idi. Ancak polisin verdiği cevap bu halkın, yedikleri her halta, yaptıkları her hatalı davranışa rağmen polisi tutunabilecekleri bir dal olarak görmelerinin hata olduğunu tokat gibi hissettirdi. "Polis molis yok amına koyayım, yol açılır birazdan." dedi telefondaki polis.
Tam artık korna seslerinin, Beşiktaş İnönü Stadı'nın sahip olduğu desibel rekorunu geçeceğine inanmaya başlamıştım ki, taksici abi delirdi. Tüm boşlukları arabanın sağını solunu vurarak da olsa değerlendirdi. Elinden geldiğince gazladı, solladı, korna çaldı, sellektör yaptı. Trenin kalkışından 4 dakika önce beni Haydarpaşa'ya yetiştirdi. Trene atlayayım dedim, kapıda ki görevlimsi git bileti çıkarttır dedi. Oysa ki ben biletim olmasına rağmen kaçak binmeyi göze almıştım. "Tamam o zaman ama iki dakika beklet, hemen geliyorum." dedim. "Tamam, bekleticem." dedi. Gittim, bileti çıkarttırdım ve döndüğümde tren yoktu. O şerefsiz adam da yoktu.
Lafın özü; Pazar günü alakasız bir saatte 20 metrekarelik alanda 45 dakikam harcanıyor ve trenimi kaçırıyorsam, sikmişim metrobüsünü de, rte'sini de.
Dün gece her zaman yaptığım gibi Hidayet'li Orlando Magic'in maçını izlemek için oturdum sabaha kadar. Aslında konu Hidayet ve Orlando' da olmaz çoğu zaman, amaçsızlıkla yoğurduğum son bir yılımı yayınlanan tüm Nba maçlarını izleyerek geçirdim. Tek sorunum bunu paraya dökememek oldu. İddaa'nın enterasan sistemini anlayamadım, Kaan Kural ve Murat Kosova'ya hayranlığımı gizleyememe ve maç yayınında ana-avrat düz gitme korkumdan ötürü de Ntv'ye başvuramadım.
Sonuç olarak her gece maç izleyen bu bünye şimdiden sezonun bitiminin yaklaşmasından ötürü ufaktan ufaktan bir hüzünle kaplanmakta. Boş bir arsadaki tek elektirik direğine sarılmış olarak günlerimi geçirirken, o direk yerinden sökülecek yakında. Sonra bekle ki yeni direği koysunlar oraya.
Nba maçlarını, maçlarda yaşananları ve oyuncularla ilgili şahsi fikirlerimi ve edindiğim bilgileri ara ara burada paylaşmaya karar verdim. Gün geçmiyor ki içimdeki bu paylaşım hissiyatı beni delirtmesin. Böyle de paylaşımcı ve sosyal bir insanımdır yani.
İlk maç olarak dün gece ki Orlando-Boston maçını yazmayı düşünmüştüm ancak Hidayet o kadar iyi oynadı ki bazı arkadaşların ona laf atma şanslarını ellerinden almamak için bunu erteliyorum. Bu sebepten en yakın zamanda Nba hakkında konuşmak üzere....
Dünyayı küçültüp cebimize koyalım mı?Evet, evet; bu bir çeşit origami. Bale Gölü'nde yüzen kuğular yapmaktan daha kolay, işlevsel, huzur verici, ve dahası şenlikli! "Pamuk eller cebe!" diyerek başlayalım o zaman. Bir bloğun açılmasıyla başladı her şey! Herkes, kâğıdın bir parçasını büküyor, kırıştırıyor, nemlendiriyor. Ortaya çıkacak ürünün boyutları zamanda ve uzamda belli belirsiz gözüküyor. Herkes için heyecanı da burada saklı. Herkes derken?Derinliği bilinmeyen bir havuzun etrafında toplanmış bir avuç insan. Suyunu onlar dolduruyor, ne kadar berrak ya da bulanık olacağına onlar karar veriyor. Sıcaklık her bir metreküpte değişiyor.Umutla söylüyorum, kimse sadece ayaklarını sokmuyor havuza. Gözlerini bağlayıp atlıyor, kaydıraktan kayıyor, su yutuyor, çişini yapıyor gizlice, alarmlara kulak asmıyor.O kırmızı kurdelânın bir parçası belime sarıldı. Ana evini terk etmiş yeni gelinler gibi hissediyorum. Lâkin içim hiç buruk değil. Mutluyum, havuzda benim de klorum bulunsun istiyorum.Şimdi durup bir baktım da, dünya epey küçülmüş. Yazınca oluyormuş. Ama şımarmıyorum, daha çok şey var; kalın veya yatık kısa yollar, metin rengi, önizleme ve benzerleri.Tüm blog sakinlerine hayırlı olsun diyorum. Kılıfı sürekli değişen yastıklarda kocayalım inşallah!
Açılışın üstünden bir gün geçmesine rağmen açılış temalı bir başlık yazmadan geçmek istemedim. Yönetimin önde gelenlerinin her koşula rağmen blogu Cuma günü açma yönündeki vaadlerini ani bir kararla yerine getirmesi üzerine biz, kamera arkası kahramanlarının biraz ek mesai yapması gerekti pek tabi. Sizler ilk post heyecanı yaşarken sayfayı blog için yanlış, kendisi için doğru zamanda refreshleyip çirkin görüntülerle karşılaşanlarınız da olmuştur ama bu sorunların ömrü yalnızca siz üstünüzdeki şoku atıp ikinci refreshi yapana kadar devam etti. Teknik ekibin (ki yalnızca şahsımdan oluşmakta) gücünü böylesine göze sokmak istemezdim lakin bu yoğun mesai dolayısıyla girdiğiniz o pek manalı ilk postları gece 4:00 sularında okuma fırsatı bulabilmem bir yandan yoğun çalışma stresimi aldı, götürdü bir yandan da çocuğunun büyümesini kaçırmış bir babanın yıllar sonra farkettiği o hüznü yaşattı bana ve herşey bittiğinde; belki henüz farketmemişinizdir, countera ilk hiti verdikten sonra, son bir kez bakıp "bundan sonra hep birlikte olacağız oğlum" dedim...
Word’de mi yazmak lazım, çölde gezen misali not defterine mi dökülse yazdıklarım. Yıllardır kağıtları alelade karalamaya alışmış parmaklar, klavye üzerinde hızını kazanamayıp dalgalara karışan sörfçüler gibi. Üstüne bir de öyle üşengeç ki bu parmaklar, ekşide 10 entry yazmayı bile başaramadı. Uyumsuz, asi ve hımbıl. Klavyeyle dokuları tutmuyor. Kardeşim! Yıllarca karalamaları sağ elimle yazdım, çizdim. Zor geliyor. Sol elimi de iyi kullanırım; çok güzel uçan frizbi tutarım sol elimle mesela. Sağ elimle yazarım ama. Öss’de yaptığım yanlış şıkları sağ elimle karaladım mesela. Daha ön dişlerim çıkmadan duvarları sağ elimle karaladım, badana boyası kutusuna ilk sağ elimi soktum hem de dirseğime kadar. Doldu doldu taşamadı kafamda karaladıklarım, dökülse etrafa bulaşacak, canım sıkılacaktı, e bide serde üşengeçlik var, taşanları temizlemek lazım, etliyi sütlüyü rahat bıraktım... Bir de hayatımda üstünü karaladıklarım var, onları hem sağ hem sol elimle karaladım, çok zevk aldım; kulaklarını çizdim kocaman! Şimdi sulanan beynimi döküyorum klavyeye, hem sağ hem sol elimle, benim için öylesine zor ve öylesine eski ki bu karalamak; kimi, neyi, nasıl, nereye... anlam arama.
Misafirlikte ailelerin çocukları bir odaya konur da herkes(bold? yo hayır..) birbirini süzer, hiç konuşmaz ya hani başta. Sonradan ortam şenlenir de annenin koridordan yaklaşan ayak sesleri, babaların "bize de gelin yahu"ları yükseldikçe canı sıkılır o çocukların, ayrılma vakti yaklaşıyor diye..
İşte o ağlak veletler var ya.. Siktir et onları. Bizim konumuz onlar değil. Bizim ilgilendiğimiz sadece biri. Odadaki derin sessizliğin içinde ilk cümleyi edip ortamı yumuşatan, herkesin eve ısınıp şımarmasını sağlayan çocuk..
O çocuğun yaptığının blogdaki karşılığı da bu post işte. Yani demek istediğim, çekinmeyin, yazın...
Evet blog için yazdığım ilk postun bu şekilde başlaması ilginç oldu ama durum bu, yapacak birşey yok.
"Herkes yazıyor" konsepti oluşturulurken ne tarz yazılar yazacağım hakkında herhangi bir fikrim yoktu, ki hala yok. Ama adından mütevellit olan bu blog yazmak üzerine ya işte; bir konu hakkında bilgi almak, iletişim kurmak, anlık tepki ve duyguları paylaşmak ya bir yerde yazmanın sebebi; hah işte benim de pipim kaşındı ilk postu yazarken.
Bu derece bayağı olarak görülebilecek bir şekilde başlangıç yapmamın sebebinin; pipimin kaşınması hakkında yorumlarınızı almak olmadığını, asıl hedeflenenin herkesin boktan da olsa birşey yazması, yazma işini boşlamaması, iletişimi koparmaması olduğunu belirtiyor ve herkese hoşgeldiniz diyorum.
Evet arkadaşlar, önce bizi bu kadar beklediğiniz için sizlere teşekkür ediyoruz...
Günlerce çalıştık. Kafa yorduk; yeri geldi gece mesaisi yaptık. Belki yorulduk ama hiç pişman olmadık. Sonunda sizlere layık bir blog oluşturduğumuza inanıyoruz. Salı günü birkaç yazar arkadaşımız ve yönetim kadrosuyla herkes yazıyor fikrinin çıkış noktası olan Peyote'de kurdelamızı da keserek resmi açılışımızı yaptık. İlk postu bugün girdik çünkü yaradanın verdiği akıl, düşünce, güç, inanç ve teknoloji ile oluşturduğumuz blogu günlerin en hayırlısında hizmete sokalım istedik. Blogla ilgili işinize yarayacak birkaç ufak bilgi vermek istiyorum. Teknik konularda yardım için: tesisatçı zaphod arkadaşımızla, blogun dizaynı konusunda şikayet ve önerileriniz için: badanacı -2 arkadaşımızla, merak ettikleriniz için: halkla ilişkiler uzmanımız, winston kızımız suda balık arkadaşımızla irtibata geçebilirsiniz. "eee sen kimsin lan?" diye sorarsanız eğer; yazarlar arasındaki kimsenin göremediği bağı, dengeyi, kısaca soyut konularla "blogun Charlie'si" olarak ben ilgileneceğim. Yalnız bana istediğiniz zaman ulaşamayacaksınız. Ben sizi bulurum...e biraz fazla uzattım. Blogla ilgili daha ayrıntılı bilgiyi suda balık size verecek. Haydi hayırlı olsun diyelim tekrar!
1. Söz ve düşünceyi özel işaret veya harflerle anlatmak. 2. Yazı ile anlatmak, yazıya dökmek 3.Yazar olarak görev yapmak. 4.Yazı ile bildirmek, haber vermek 5. Bir bilim veya edebiyat eseri oluşturmak. 6. Sayaç vb. sayılarla niceliği belirtmek. 7. Kaydetmek 8. Bir göreve almak 9. mec. İnsanın geleceğini belirlemek 10. hlk. Gelinin yüzünü süslemek.
Türk Dil Kurumuna göre "yazmak" sözcüğünün günümüz Türkçe'sindeki karşılıkları bunlar. Bu karşılıklar "yazma" eyleminin yaratılışı hakkında ip uçları sunmalı bize: Bu uçlar, dolaylı olarak Seymour Glass'tan alıntılarsak eğer, "yazarın bizzat kendisinin okumak istediği" ile "başkalarının beğenilerini düşünerek yazdığı" yazılar olarak iki temel kategoriye ayrılıyor. İlk kategori, yazma eyleminin kesinliği; bu kesinliğin başkalarının zihninde kırılmasının getirdiği bir paranoya ve "2+2=5" korku hissinden kurtulabilen şanslı insanları tanımlıyor. Bu çeşit bir baskıyı kaldıramayan ikinci kategori ise tanım gereği "karşıt kategoriyi" oluşturmak durumunda kalıyor.
"Peki herkes neden burada yazıyor?"
Beni tanıyan hemen herkesin rahatlıkla tahmin edeceği şekilde; anlık oluşan bir fikrin kontrolden çıkması neticesinde oluşturmaya karar verdik bu blogu. Birkaç merkez noktası etrafındaki insanların; yaşadığı veya yaşayacağı zaman-mekan karmaşasının biraz olsun kontrol altına alınması ümidiyle ve "ortak bir anı" oluşturulması amacıyla fütursuzca çoğaldık. Herkesin özgürce; istediğini; istediği şekilde yazdığı, sürprizli bir ortam oluşsun istedik. Yukarıda bahsedilen kategorilere takılmadan; kesişim noktalarını düşünmeksizin bir küme oluşturarak herkesi bağrımıza bastık. (ve basmaya devam edeceğiz.)