19 Ağustos 2010

Dalga Boyu

Merhabalar,

Tüm zamanların en iyi radyo programı "Öyle Ya Da Böyle" biteli aylar oldu. Bu boşluk kimilerini çok sevindirse de kimilerinizi derinden üzdü. Farkındayım.

Beni tanıyanların çok iyi bileceği gibi.. ben eğer bir olumsuzluğun farkındaysam onu değiştirmeden duramam. Dolayısıyla yepyeni bir radyo programı ile karşınızdayım

Blogumuzun radyosu sahtejapon'un şom ağzının, kem gözlerinin etkisi erken yaşta ölmeseydi.. (Olmuyor.) Kişiselleşmiş programlarımızla efsane işlere imza atabilecektik. Lakin şimdi beni daha önce de koruyup gözeten Sourberry'e muhtaç kaldık. Kendimi defalarca rezil etmeme rağmen sağolsunlar.. onlar da anlayışlı davrandı.

Rumblefish adlı sevdiğim bir dj hanım kızımızla giriştiğimiz "Dalga Boyu" adlı kötü esprilere ve kelime oyunlarına açık olduğunu bildiğimiz programımızla, Çarşamba günleri 21:00 - 22:00 arasında yayında olacağız sourberry.org'ta. Dönüşümlü olarak yayın yapacağımızdan beni dinlemek isteyenler (ilki dündü) 1 Eylül'ü beklemek durumunda. (Podcastler çok yakında buralarda olacak elbette)

Siz sağlıcakla kalın.
Ben sizi bulurum.

18 Ağustos 2010

LAN SUDA ÇAKAL GEL BAKALIM

en önemli bölüm derslerim zayıfsa, XOXte suda balık'ın kalemini kırmakla meşgulumdur diye zayıftır. bugun saat 15.00te kendisini düelloya buraya çağırıyorum...
buarada olum bu oyunu süpersonik iphoneda oynarken rakibim you are trapano, trap dedi, vay anasını dedim, i like your posts dedi kaçtı.. yönetici kimse koysun şunu alt tarafa

edit: alt tarafa koyuldu.

12 Ağustos 2010

RAMAZAN YAZISI


Bir insanın içgüdüsel merakları olmalı. Hayvani dürtüleriyle birşeylere ilgi duyabilmeli. Örneğin, hobim olsun diye düşünüp motorlara ilgi duymamalı, daha küçük yaşlarda motorları ilk gördüğü anda içinde tanımlayamadığı bir coşku hissetmeli. sonra bunun üstüne dindirilemez bir merakla ilgilenmeye devam edip o konuda bilgi küpü olmalı. aynı içgüdüsel durum insanın her hareketine sirayet etmeli. günlük yaşamdaki seçimlerinde uzun uzun düşünmek yerine neyin daha uygun olduğunu sezebilmeli ve buna göre seçim yapmalı. ağzından çıkan cümleler fazla ölçüp biçmeden spontane çıkmalı. beyinle ağız neredeyse senkronize çalışmalı. içgüdülerinin yanı sıra yetiştiği kültürün etkisiyle edindiği gelenek de bu işi kolaylaştırmalı. demek istediğim, insan kendi kendisini manipüle etmemeli. bir dereceye kadar otonom yaşamalı. bunu da dediğim gibi "içgüdüleri" ve "gelenekleri" sayesinde yapmalı.

Tabii ki bu, düşüncenin kalıplaşması demek değil. faşizme kaçacak değiliz. algılarımız her zaman yeniye açık olacak ama yukarıda bahsettiğim yetenek olmadan hayatta kalmak her zaman daha zor olacaktır. zaten faydalanacağımız yenilikler de bizim otonom yönümüzü besleyecektir. yeni girdiler, yaratıcı olduğumuz bir yönümüzü keşfetmemizi sağlayabilir ama bu zorlama olmayacak, içinde varsa olacak. ruhunda birşeylerin kıpırdandığını hissedeceksin. Umut Sarıkaya'nın bi karikatüründe vardı; entel bir kız sevgilisine "bu aralar seri katillerin hayatlarına ilgi duyuyorum" diyordu. gerçekten ilgi duyuyorsa sorun yok ama genelde böyle işler zorlama oluyor bugünlerde.

Bunları düşünürken Nietszche'nin de buna benzer bir konuyu zamanında piyasaya sürdüğünü gördüm. "varoluşsal boşluk" diye isim takmışlar. yukarda insanlarda olması gerektiğini söylediğim özelliklerin kaybolduğundan bahsetmişler. sebep olarak ne sunduklarını bilmiyorum ama benim ileri sürebileceğim bir sebep var.

Eskilerden çok duyardım ilkokul mezunu olmayan adamların nasıl elektrik devreleri yaptığını ya da makine tamir ettiklerini. böyle yetenekli adamlar şimdi de var ama bence azaldı sayıları. hatta iyi eğitimli güruh arasında iyice az. mesele de bu bence. şimdi biraz underground fanzinlerinde yazan veletlerin pratikte geçerliliği olmayan desteksiz teorilerine benzeyecek ama, bence eğitim dediğimiz şey bizim içgüdülerimizi köreltiyor, doğallığımızı yokediyor. hayvansal dürtülerimize müdahale ediyor. gerektiğinde çok yardımını gördüğümüz gelenekleri de önemsiz gösteriyor. bunun iyi yanları da olabilir özellikle cinsellik ve evlilik konularında(töre cinayeti,vuvuzela falan) ama otonomluğu yokettiği için insanın işini zorlaştırıyor. sürekli bir farkındalık hissi, sürekli ince hesaplar. en başta bahsettiğim çocuğun içgüdüsel motor merakını silikleştiriyor. eğitilen çocuk kendine zevk edinirken arkadaşlarına bakmaya (konformizm) ya da kendisine öğretilene bakmaya başlıyor. içinden gelen sesi duyamaz oluyor. kendisine protez bir zevk dünyası oluşturuyor. gerçekten neyi sevdiğini hiçbir zaman bilemeyecek.

Hayırlı Ramazanlar!

6 Ağustos 2010

the big contest


Efsanenin çıkış modeli, yeşil tabanı, leke tutmaz malzemesiyle ve rahatlığıyla kalplerde yer eden trap2008... trapano onu heryerde kullandı... keşke hiç eskimese dediğimiz trap2008... istanbulda yaşıyor...

trap2009, trapano ona godfather II der, radikal bir bir karar alarak çok sevilen yeşil tabanı bembeyaz yaptı, ağır bir görüntü vererek trapano'nun onu herzaman heryerde giymesini sağladılar, trapano takım elbise giyerken bile aklı ondaydı... bağların düğüm sorunu olmasına rağmen talaşlı yollarda çok dayanıklı ancak anne trapanonun "cif"le hijyen saldırısından sonra hafif korozyona uğradı...
2008 yılında basit bir dizayn çalışması ile başlayan bir moda klasiği haline gelen, her yıl yeni modelin piyasaya çıkacağı günün gecesinde kuyruklar oluşan trapano ayakkabılarının trap2010 modeli için adaylar belli oldu... trapanonun hangi modeli seçeceği ise merak konusu...
nedir bu markacılık, yazı olmasa piyasa araştırması yapılmadan trap2010 olurdu...
tamam yeşili severiz de o ipler ne!! alınırsa erişen kundura'dan alınır siyah ipler
nike iddialı geliyor, kaybettikeri ünvanı geri almak istedikleri belli
gri tonu kirlenmeye karşı iyi de, olmaz olmaz...



bu ne lan, konuyu anlamamışsınız, o metal timsah şey değil elime değsin ayağımda olması bile irkilmeme yeter..

2 Ağustos 2010

BOZCAADA


"Yıllık izin" kavramının neden insanlar için bu denli önemli olduğunu, " 1 yıl boyunca bu bir hafta için çalışıyoruz arkadaşım!!!!" ağlamalarının "arkadaşımmm" kelimesinin iğrençliği dışında ne kadar doğru olduğunu anlıyorum dostlarım.

Özellikle üstlendiğim yeni sorumluluklarım sebebiyle mesailerle ve stressle geçen izin öncesindeki son 1 haftamın sonunda kendimi bıraktım Bozcaada'nın efil efil esen rüzgarına. Denizi serin ve güneşi bilinçsiz bir şekilde sahilde uyuya kalanları acı içinde bırakmak için fazlasıyla yeterli. Daha ilk günden bacaklarımı elime alıverdim, malak gibi sahilde uyuya kalınca. Gece epey bir zorluydu. Sürmediğim merhem kalmadı ancak yok, kurtaramadım bacaklarımı.

Tatilin geri kalanında kitap okuyup, internette takılıp, deniz güneş ikilisini şarapla besleyip sakin 3-4 gün geçirmeyi planlıyorum. Ve şu an, normalde olduğumun çok dışında, kendimi böyle pek bir entel hissediyorum. "Kitabım, netbook'um ve ben yea" diyecek kadar kendimden geçersem, Suda Balık'a sesleniyorum; kır ağzımı yüzümü.

Hepinizi öpüyorum. Kendinize dikkat edin. Bol bol şarap için.

Ha bir de halen daha bel çantası modasını devam ettirmeye çalışanlara, en az kemere cep telefonu kılıfı takanlara duyduğum kadar saygı duyuyorum.

Herkes Yazıyor  © 2009