GEZELİM GÖRELİM: ANKARA
Bu haftaki “Yediğin içtiğin senin olsun, bana gördüklerini anlat” köşemizde sizin için ülkemizin gizli kalmış cennetlerinden Ankara’yı inceledik. Öncelikle söyleyelim ki, tarih boyunca birçok medeniyete ev sahipliği yapmış ülkemizin bu şirin başkentine ulaşmak sandığınızdan çok daha kolay. Gemi hariç her türlü ulaşabileceğiniz Ankara’ya ben ve ekip arkadaşım Suda Balık TCDD’nin yeni hizmeti olan yüksek hızlı trenle gitmeyi tercih ettik. Sabahın 7’sinde Eskişehir’den yola çıktık ve sadece 1,5 saatte Ankara garına vardık. “Hızlı tren nimetmiş hakkaten” dedik. Konforu iyi, kulaklık veriyorlar falan ama yol üstünde pencereden bakmaya değer hiçbir şey olmaması ise İç Anadolu Bölgesi’ne içten içe küfrettiriyordu insanı.
Neyse trenden indik ve garın içine girmemizle önce danışmadaki memurlar gözümüze çarptı. Sonra sağımıza döndük ve gişe memurlarını gördük, solumuza döndük o da ne, yine gişe memurları. Biraz daha ilerledik ve güvenlik memurlarını gördük. Her yerden memur çıkıyordu ve işte o anda kafamıza dank etti. Tam bir memur şehrine gelmiştik. Memurlardan sıyrılıp dışarı anca çıkabildik ve gökyüzüne baktık. Gri bulutlar gözümüze çarptı ve aynı anda birbirimize dönerek “ne kadar da gri bir şehir” dedik. Yapacak bir şey yoktu. Sonra durakta bizi bekleyen aracımıza yöneldik fakat ego kartımız olmadığı için bizi almadılar otobüse. “Paralı halk otobüsüne binin” dediler, biz de öyle yaptık ve Kızılay’a gittik. Otobüste kimsenin yüzü gülmüyordu. Bu Ankaralı’lar ne kadar sıkıcı diye düşündük. Halbuki İstanbul, Eskişehir gibi şehirlerin otobüslerinde kahkahalardan birbirimizi duyamazdık. Kızılay’da ego kartımızı aldık ve bazı bürokratik işlemleri halletmek için Kavaklıdere otobüsüyle büyükelçiliklerin olduğu bölgeye gittik. Yol üstündeki bakanlıkların ve meclisin manzarası adeta içimizi ısıttı. Resmi işlemlerimizi de hallettikten sonra Ankara’yı keşfetmenin zamanı gelmişti artık.
İlk hedef olarak Tunalı Hilmi caddesini seçtik. Tunalı’ya giderken Kuğulu parkın da yanından geçtik ama pek sallamadık kuğuları. Tunalı’ya girdiğiniz anda bambaşka bir dünyaya açılacağınızı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Dar kaldırımları ve caddesiyle, 3-5 cafesi ve mağazasıyla ününün karşılığını veremediğini gördük. Kahvaltı yapmak için Türkiye’nin en iyi 10 büfesinden biri olduğunu iddia eden büfeye oturup tost yedik. Tostlar gayet güzeldi fakat büfenin adını öğrenemediğimiz gibi ilk 10 içinde kaçıncı sırada olduğunu da öğrenemedik. Zaten bunları yapabildiğimiz zaman gezi dergilerinde yazmaya başlayabiliriz. Gidince kendiniz bulursunuz artık, Tunalı’nın ortalarında biyerde. Tunalı’daki hayal kırıklığından sonra İran caddesi üzerinden Arjantin caddesi’ne gittik fakat cadde başladı mı diye bakınırken bittiğini görmemiz bir oldu. Bi Sheraton vardı, birkaç tane de cafe-bar vardı o kadar. Biz de starbucks’ta oturup caddenin nabzını tutalım dedik ama cadde kısa olduğu için bu da kısa sürdü. Fazla oturmayıp Anıtkabir’e gitmek üzere yola çıktık.
Ankara’da her yol Kızılay’a çıktığı için yine mecburen Kızılay’a gittik ve dolmuşla Anıtkabir’e gitmek istedik ama dolmuşçular bize Anıtkabir’e gitmek isteyen ilk insanlarmışız gibi davrandı. Hatta bizi yürütmek istediler de ısrarlarımıza dayanamayınca metroya yolladılar. Ankara metrosu demişken ortamın otobüs terminalinden farklı olmadığını da söyleyelim. Hatta metro’yla ankaray rakip otobüs firmaları gibi gözüküyorlar. Metroya binmem gerekirken “ankaray ankaray” diye bağırıp bizi bambaşka biryere göndermek isteyecek adamlar çıkabilirdi, ucuz kurtardık. Sonunda metroyla Anıtkabir’e ulaştık ve ulu önderi ziyaret ettik. Alt katlarında kaybolsak da Suda Balık için ilk, benim için de ilkokuldan sonra ilk olduğu için güzel bir ziyaretti. Ordan çıkınca, sanki Ankara'nın çok büyük bir ritüeliymiş gibi “Ankara’ya gelmişken içmeden dönülmez” dedik ve bahçeli 7.caddeyi dolmuş vasıtasıyla bulduk. İlk anda güzel kızlarıyla dikkat çeken 7. Cadde içlerine girdikçe mekanlarıyla da gözümüze hoş gelmeye başladı. Tunalı ve Arjantin’den sonra sonunda isminin hakkını veren bir caddeye geldik diye düşündük. Sakin sakin yürürken testa rossa adlı mekanı görmemizle Suda Balık'ın beyninde şöyle bir etkileşim oldu: açlık > testa rossa > tost >fesleğen . Ben daha neler olduğunu kavrayamadan kendimizi fesleğen soslu tost ve sandviçlerimizi salatayla beraber yerken buldum. Ankara sürprizlerle dolu işte, tavuk döner de yiyebilirdik. Aslında bu testa rossa’nın gümüşsuyundaki şubesinde tostu fesleğen sosuyla veriyorlarmış ama Ankara’dakilerin bundan haberi olmadığı için biraz sıkıntı yaşadık ama sonunda olay tatlıya bağlandı, hatta garsondan mekan tavsiyesiyle ayrıldık ve bize söyledikleri daniel’s adlı bara gittik. Daniel’s’in salon oturma takımı şeklindeki sandalyelerinde oturup baharatlı patatesini yedikten sonra az kalan zamanımızı Kızılay’da geçirelim dedik ve karanfil sokak, yüksel sokak ve konur sokakta tur attık. Bu sokakların birbirinden farkı yüksel sokağın dikey diğerlerinin ise yatay olması. Onun dışında aynı olduklarını söyleyebiliriz. Kuşbakışı bakınca pi sayısını oluşturuyorlar. Alternatif ve solcu gençlerin uğrak mekanı gibi gözüküyor daha çok. Sokak röportajı için ideal sokaklar. Ayrıca turistleri pek ilgilendirmese de çok sayıda dershane var.
Saat 6’ya yaklaşıyordu ve Ankara’dan ayrılık vakti gelmişti. Hızlı trenle tekrar Eskişehir’e dönüyorduk. Ankara’yı sizler için karış karış gezdik ama fotoğraf makinemizi unuttuğumuz için tek bir kare bile fotoğraf çekmedik. Bir gezi yazısını google’dan bulduğumuz Ankara fotoğrafıyla tamamlayacak olmak içimizi burktu biraz. Fakat sonra “Ankara’yı gördükleriyle değil anlattıklarımızla hatırlasınlar, daha artistik olur” diye düşünüp teselli ettim kendimi. Tren tam hareketlenirken Suda Balık; “Ankara’nın en çok nesini sevdim biliyor musun? Hızlı trenle Eskişehir’e dönüşünü. Vallahi çok büyük kolaylık” dedi. Güzel laf diye düşünürken içim geçmiş, uyumuşum.
3 yorum:
yaaa süpermiş. "ülkemizin gizli kalmış cennetlerinden Ankara" yı nasıl keşfettiniz? ben eskişehirde değilim acaba nasıl ulaşıp, keşfedebilirim bu gizli hazineyi yardımcı olabilir misiniz? cidden çok etkileyici...
bu arada bir lafım da suda balık için. sen benimle gittiğin mekanlarda ben yokken nasıl olurda aynı muameleyi beklersin?
@çölde gezen
"Şişli,Beşiktaş ve Beyoğlu ilçelerinin tanınmış simalarından" diye adını verince işler halloldu zaten... Özür mahiyetinde "extra salata" ile geldi.
Para da almayacaklardı...Fazla verdim. Maksat sana laf gelmesin.
@çölde gezen
istanbullular için haremden saat başı otobüs var. kaçırma bu fırsatı.
Yorum Gönder